Çünkü bakmasını
biliyorum. Dünyanın tüm imkanları yanı başımda değil, ama dünyanın tüm
güzellikleri elimin altında. Yağmurun yağması… Ve yağarken denizi seyretmek… Ne
hoş bir duygu. Rahatlıyorum ve huzur buluyorum. Gece başımı gökyüzüne
kaldırdığım da belki bütün sıkıntılarımı
unutuyorum. Yıldızlar; ve bana mavimsi gelen karanlık gökyüzü… Tüm ihtişamıyla
beni selamlıyor. Bakıyorum ve rahatlıyorum.
Su… Bizi var
eden, içimizin yangısını söndüren; aktığı yerlerde şırıltılı sesiyle ve
serinliğiyle tıpkı beşikte ninni dinleyen bebeğe döneriz.
Mavilikleri
görmek ister misiniz? Ben beyazı, maviyi, yeşili severim. Bir de renklerin tüm
tonunu. Çünkü bunlar derindir. Denizi ve geceyi bunun için severim. Çünkü ben
geceyi karanlık olarak görmem; tıpkı denizin mavisi gibi görürüm karanlığı. Sonu görülen hiçbir şeyin kıymeti yoktur.
Bakmasını bilen için yaşam sınırsızdır. Çünkü “sınırlı düşünce” ümitsizlik
yaratır, güzel bakışı engeller. Bu yüzden çoğu kereler mutluluğu, ne
olduğunu bilmediğimiz için ararız. İnsanoğlunun mutsuzluğunun ve
huzursuzluğunun bir nedeni de her şeyin aslını aramak için sarf ettiği üzüntülü
uğraşlardır. Nasıl ki mavinin sonu yoksa mutluluğun da sonu yoktur. Bana bunu
öğreten, bu hakikati hissettiren içimdeki olumlu enerji ve olumlu bakıştır. O,
bazen kulağıma kadar eğilir, bana hakikati fısıldar. Derki: Ağaçlar
güzeldir, tabiatı yansıtan pencereye çektiğin perde güzeldir. Toprak ve onun
kokusu. Sonra kuşlar, ateş böceği. Ya baharlara ne demeli? Bu da bir güzellik
değil mi? Sonbaharın ayrı bir güzelliği var, ilkbahar ise bambaşka bir şey. Kış
gizemli yüzüyle bize göz kırparken onu reddetmeyiz.
Çünkü doya doya yaz ile sohbet ettik. O, bize “Eh! Bana müsaade deyip, kalktı
usulca yanımızdan. Şimdi kardan adam yapma sırası.
Tabiat güzel ve doğru şeyler söylüyor. Hem
de avazı çıktığı kadar. Ne var ki biz bu yitik sesi duyamıyoruz. Pencereden
dışarıya baktığımda Marmara Denizi’nin gök mavisiyle kaynaştığını gördüm. Mutlu
oldum sanki bütün bu maviliklerin kucağındaymışçasına her yer hem gök ve hem
deniz bana çok şeyler anlattı.
Bu sayfalarda
nefesin ve gözlerin güzelliğine dair sizlere bir yarar sağlayacaksam ne mutlu
bana. Ömrüm boyunca yokluklarımızda da varlıklarımızda da uçurum hayatı
yaşamadık. Daha ilk günkü gibi yaşama bakışım ve ondan duymadığım negatif bir
kuşku, içimde beni ufuklara taşıyan sandal oldu. Eğer bu alemi sende diğer güzel bakanlar gibi seyretmesini bilirsen
sana tüm samimi ve sıcakkanlılığıyla şunları haykıracaktır: “Size şiirlerimi
teslim ettiğim zaman, kalbim artık onlara sahip çıkmak istemiyor. Çünkü
paylaşıyorum. Merhametin limitsiz lütfuyla hakikatte güzelin en güzeli aslında
bende kalıyor. Asıl şiirlerim okunmayacaktır. Çiçeklerin etrafında beyaz
kelebekler titreştiği gibi, benim kıymetli hayallerimin etrafında da titrek
beyitler çırpınır. Elimde onlara temas eder etmez parmaklarımda korkak,
çekingen ve ince kanatlarının hafif tozlarını bırakarak uçuşup gittiklerini
gördüm. Ruhlarımız doğruya bakan, güzeli hisseden ama meçhulleşmiş şiirlerle
doludur. Siz bu kelebeklerin kendilerin değil, boyadıkları parmakları
görüyorsunuz.”
Fransız şair
Prüdom, bakmalarımızın aslında bize ait olmadığını kelebek betimlemesiyle
anlatmıştır. Ne zaman ki bakışlarımıza
sahip çıkacağız, özgürlük denilen şeye asıl o zaman kavuşacağız. Ama daha önce
yapmamız gereken şey, bizi “Güzel Bakmak” eylemine taşıyacak olan coşkuya
kavuşmamızdır.
Her insan tatmak
ve yaşamak için gelir dünyaya; fakat bunu yaparken çok ulvi bir görevinin
olduğunu da unutmaz. Gaye ve hedefler bellidir. Sonsuz merhamet içgüdüsü aynı zamanda sonsuz var oluştur da. Çünkü
yaptığımız tüm iyilikler bizim hayata nasıl baktığımızı gösterir; ve bizimle
birlikte ebediyete kadar gelir de “Sonsuz güç”ün karşısında lehimize şahitlik
eder. İşte budur asıl haz ve lezzet, hayatı bize güzel gösterecek olan da
bu bakış açımızdır.
Lilay Koradan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder