Dünyadan
yüzlerce farklı kültürler, düşünceler, yaşam şekilleri var. Bunların hepsine
karşı çıkıp, savaş mı açacaksınız? Elbetteki hayır. İşte hayatın özü de burada.
Olayları nasıl gördüğümüz, bizim bu olaylara nasıl davranacağımıza bağlıdır.
Size zarar vereceğine inandığınız kişi durum ve mekanlardan tabi ki uzak
durmanız gerekecek; ama bu, sizin kötü söz söyleyeceğiniz anlamına gelmez.
Hepimiz, farklı olduğumuz gerçeğine
saygı duymamız gerekir.
Bir düşüncenin
kendi yapısında alkolün, esrarın veya bazı cinsel aykırılıkların hiçbir
sakıncası olmayabilir; çünkü onlar hayatı bu cepheden görüyorlardır. Birileri,
hayat şeklini buna göre tanzim ediyor diye, bu hayat tarzının doğru olduğunu
söyleyemeyiz. Ancak bize düşen görev, nereyi gördüğümüze ve nasıl gördüğümüze
dikkat etmemiz. Çünkü kişi nereyi görüyorsa oradadır; nasıl görüyorsa o ruh
halini yaşıyordur. İnsan olarak bize
düşen görev, güzelliklerde kutsallığın arayışı içerisinde bulunmamızdır. Kutsallık
iyiliktir, merhamettir, kötü ile çirkini ayırt edebilmektir. Bir şeydeki
güzelliği göremememiz, o güzelliğin olmadığı anlamına gelmez. Burada eksik olan
taraf ya yeteri derecede dikkatimizi vermiyoruz ya da görüş mesafemiz kısıtlı.
Victor Hugo, bir
görüş mesafesiyle Sefillerdeki kahramanı Jan Valjan haydut boyutundan iyi
vatandaş boyutuna taşıdığında, bir adamının eliyle tipik görüş açısı
kazandırdığında, artık Jan Valjan’ın hayatı akıl almaz derecede değişmişti.
Hakikatte iyi bir fıtrata sahip olan bu yoldan çıkmış kahraman nasıl hayırlı
hale dönüştürülmüştü? Burada Hugo’nun derin izlerini görürüz. Ona göre yaşamın
çekilmez yanı bir gölge dahi olamamakta yatıyor. Şöyle diyor ünlü yazar Victor
Hugo: “Ne yazık! İnsanlar yaşamları
boyunca bir gölge bile bırakmadan bu dünyadan göçüp gidiyorlar.”
Erich Fromm,
insanı tahlil ederken, bu yaratılmışın iç derinliğine iner. Ona göre, insan
doğası itibariyle sevmeye yatkındır. Sevme sanatını anlamamış ve çevresinde
saygı oturtamamış birey nereyi gördüğünü bilememektedir. Fromm şöyle diyor:
“Hayatı kaybetmekten daha kötü bir şey
vardır: Hayatın anlamını kaybetmek. Bu anlam nereye bakıp, nereyi gördüğümüzü
bağlıdır.”
Ünlü ressam Van
Gogh da “güzel gör!” mesajını şöyle yorumluyor: “Hayat. Evet çoğumuz sanki bir
tuvaliz. Duygularımızla yaşıyoruz, duygularımızla görüyoruz. Her şey
duygularımızda gizlenmiş. Doğru görmek, güzel olanı görmek yaşamayı hak
etmektir. Bize güzeli gösteren duygularımız acıma hissiyle, iyilik yetileriyle
dolduğu an yaşamayı hak etmişiz demektir.”
Görmek… Elinden uçup giden balonunu bir ağacın en
tepesinde gören çocuk mutlu olabilir mi? Evet. Bu, o çocuğun görebilme ve
hissedebilme kabiliyetine bağlıdır.
Küçük çocuk,
baloncuyu büyülenmiş gibi takip ederken şaşkınlığını gizleyemiyordu. Onu
hayrete düşüren şey, “Bizim eve bile sığmaz” dediği o güzelim balonların adamı
nasıl havaya kaldırmadığıydı. Baloncu dinlenmek için durakladığında o da
duruyor ve sonra yine takibe koyuluyordu. Bir ara adamın kendisine baktığını
fark ederek ona doğru yaklaştı ve “Biliyor musun, benim hiç balonum olmadı!” dedi.
Adam çocuğu şöyle bir süzdükten sora, “Paran var mı?” diye sordu, “Sen onu
söyle!” Çocuk, “bayramda vardı.” Diye atıldı, “Önümüzdeki bayram yine olacak!”
Adam, “Öyleyse bayramda gel!” dedi. “Acelem yok, ben beklerim” dedi çocuk.
Çocuk sessizce geri döndü o ana kadar balonlardan ayırmadığı gözleri dolu dolu
olmuş, yürümeye bile mecali kalmamıştı. Birkaç adım attıktan sonra elinde
olmadan tekrar onlara baktığında gözlerine inanamadı. Balonlar her nasılsa
adamın elinden kurtulmuş ve yol kenarındaki büyük bir akasya ağacının dallarına
takılmıştı.
Çocuk olup
bitenleri büyük bir merakla takip ederken, baloncu ona doğru dönerek, “küçük”
diye seslendi. “Balonları ağaçtan kurtarırsan birini sana veririm!” “Balonları
için yapılan teklif yavrucağın aklını başından almıştı. Koşarak ağacın altına
doğru yöneldi ve ayaklarını aceleyle fırlatıp tırmanmaya başladı. Hedefine adım
adım yaklaşırken duyduğu heyecan, bacaklarını kanatan akasya dikenlerinin
acısını hissettirmiyordu. Sincap çevikliğiyle balonlara ulaştığında bir müddet
onları seyretti ve dallara dolanan ipi çözerek baloncuya sarkıttı. Ancak
balonlardan birisi iyice sıkıştığından diğerlerinden ayrılmış ve ağaçta
kalmıştı. Çocuk onu kurtarmaya kalkışsa dikenlerden patlayacağını çok iyi
biliyordu ister istemez balonu yerinde bırakıp aşağıya indi ve adama dönerek,
“Birini bana verecektiniz…” dedi, “Hangisi o?” Adam çocuğu süzdükten sonra
şöyle dedi: “Seninki ağaçta kaldı evlat! İstersen çık al.!” Çocuk bu sefer
ayakta bile duramadı. Kaldırım kenarına oturup baloncunun parlayan balona uzun
uzun baktı ve “Olsun!” diye mırıldandı. “Olsun!
Ağacın üzerinde kalsa da, bir balonum var ya artık!”
Lilay Koradan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder