Sokağın
köşesinde duran yaşlı zenci dilenci dikkatim çekmişti. Diğer dilenciler gibi ne
ağlıyor ne de sızlıyor ne de durmadan dua ediyordu. Bu halini garip bulduğum
için kendisi ile ilgilendim.
Sokakta
dilenenlerin çoğu çalışabilecek durumdaydılar. Fakat bu yaşlı zencinin hali
bambaşkaydı. Sağ kolu yoktu. Gözleri yuvalarından fırlamış gibiydi. Göz
kapaklarını yarı yarıya kapatarak acayip bir bakışı vardı. Belki de adam bakar
kördü. Sol bacağı dizinden itibaren yoktu. Ters dönmüş olan sağ ayağı ise
otomobil lastiklerinden kesilen bir parça ile desteklenmişti.
İçimden gelen
garip ve karışık bazı hislerin etkisiyle yanına yaklaşıp sordum, “Bir Trafik
kazası mı geçirdiniz?”
Bunun hiç de
nazik bir hareket olmadığını bildiğim halde onunla konuşmak için şiddetli bir
arzu duyuyordum. Sesimi duyunca hayretle başını çevirip bana baktı.
Birisinin kendisi ile ilgilenmesinin onu
çok şaşırttığı belliydi. Yavaşça, “Hayır!” dedi. “Zaten doğduğum zaman
sakatmışım. Bir hastalıktan bacağımı kaybettim. Sonra kanım zehirlendiği için
kolumu kestiler. Bunlara rağmen geçen yıla kadar çalışıyor ve iyi kötü kendimi
besleyecek parayı kazanıyordum. 8 yaşımdan beri girip çıkmadığım iş kalmadı.
Artık ihtiyarladım. 70 yaşındayım.”
Ona kendi
kendine sokaklarda nasıl gezdiğini, vasıtalara nasıl inip bindiğini sordum.
Ôtobüse binebilirim” dedi ve devam etti: “Merdivenleri,
kendi kendime bir usulle tırmanırım. Dedim ya doğuştan sakatmışım diye. Her
çocuk yürürken ben de bir şeyler icad edip aynı hareketleri yapmaya çalışırmışım
O zamandan beri alıştım.”
Bir konuşmanın
ya bittiğini ya da en can alacak noktasına geldiğin belirten o uzun
sessizlikten sonra yaşlı adam bana uzun uzun baktı. Bir şey görüp görmediğini
bilmiyorum, ama bu bakışları altında kendimden utandım. Ve sanki bu duruma
sebep benmişim gibi titrediğimi hissettim. Birdenbire ona acıdığımı fark etmiş
de bana kırılmış gibi bir tavırla “işte böyle” dedi. Ve devamla, beni belki
hayata yeniden döndüren şu çarpıcı ifadeleri kullandı:
“Hayata hiç yenilmedim. Mücadeleyi bir an
bile bırakmadım. Bu benim yaşama formülüm. Başına her ne gelirse gelsin
mücadele et ve hayatın seni yenmesine hiçbir zaman fırsat verme. Önümden her gün
yüzlerce insan gelip geçiyor. Hepsinin suratı asık. Oysa sağlamlar sağlıklılar.
Mutlu ve güler yüzlü olacakken geçici sorunların etkisinde kalıyorlar. Bir
evleri var aileleri var Mutlu olmamaları için hiçbir sebep göremiyorum. Sen de
öyle… Sağlamsın. O halde hayata güzel
bak.”
Yukarıdaki öykü
yaşanmış gerçek bir öyküdür. Böyle anlatıyor Garrison. Evet, bize ne oluyor ki
birbirimize sorunlar yaratarak mutsuzluk haritaları çiziyoruz. Sorunlar mutlaka
yaşanacaktır. Fakat unutmamalıyız ki
ıssız dağlardaki ulu ağaçları yetiştiren fırtınaların taşıdığı rüzgarlardır.
Nice güzel yaşamlar vardır ki, görünmez, bilinmez insanların imzaları vardır bu
yaşamların altından. Tabiat dahi, kendisinde, açılan boşlukları usulca
doldurmaktadır. Bunu yaparken en küçük bir şikayetini duymayız. Oysa bizdeki
ruh boşluğu, hep kendimizin yarattığı sebeplerden ötürüdür.
Yaşamımız garip
bir hayat hikayesi gibi akıp giderken geriye dönüp baktığımızda hüzünlenip
kederlenmek mi isteriz, mutlu olup, tebessüm etmek mi? Elbetteki tüm yaşamımız
boyunca pişman olmayıp memnun kalacağımız işler yapmak isteriz. Bizi
faziletten, doğruluktan, iyilikten uzak tutacak işler yapmayı arzu ederiz.
Ormanlarında
özgürce, cesurca kükreyen gökyüzünde istediği kadar kanat çırpan… Aslan ve
kartal. Tabiatta yer ve göğün yaratılmış iki kralı… Denizlerin hakimi ise
balıklar… Hep perdelenmiş engelleri aşmak isterler. Bunun yaparken bir
şikayetleri görmeyiz. Ama biz insanoğlu
hayata güzel bakmayı ihmal ettiğimiz için ormanları yok ettik, gökyüzünü
kirlettik, denizleri bulandırdık. Daha da önemlisi iç dünyamızı kararttık.
Bilgiyi, ortadan kaldırmak gibi algıladık, ona güzel bakmasını bilmedik.
Hükmetmeyi yaşamak zannettik. Haksızlık ve acımasızlık karşısında mezar taşı
olduk. Hiçbir kötülüğün ruhumuzu tatmin etmeyeceğini düşünseydik daha mutlu
olurduk. Çünkü o zaman kötülüklerin yerini iyilikler almış olurdu.
Hayatın şifası gökyüzünün yağmurları
gibidir. Yapılacak her kötülük bizi bir adım daha ölümden uzak tutmaz. Öyleyse
ne diye gökyüzünün bereketli yağmurları gibi etrafımıza bereket sağmıyoruz?
İmkanlarımızın olmasına rağmen bu imkanların farkına varmayarak nice yılları
heba ediyoruz. Boşu boşuna üzülüyor, boşu boşuna önümüze engeller koyuyoruz.
Lilay Koradan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder