Çevremizde bin
bir türlü renkli renkli çiçekler var. Bunlardan hangisini ağzınıza alırsanız
alın belli bir tada ulaşamayacaksınızdır. Oysa arılar lezzet ve kokunun nerede
olduğunu bilip, acı çiçeklerden dahi tatlı lezzetler çıkarırlar. Bu
örneklemenin bizimle olan ilgisi şu: Evet
acılar yaşanacaktır, fakat hüner, bu acılar sabırla dayanmaktır.
Akıl hiçbir
vakit, dışarıdan gelecek olumsuz dalgaların esareti altına girmemelidir. Oysa
şunu da gözden kaçırmamak gerekir, çoğu kez insanın başına gelen talihsizlik ve
adaletsizlik, onun ihtiraslarından kaynaklanır. İnsan, tıpkı güneşin tepeleri ısıttığı gibi önce kendi benliğini, sonra
da etrafını ısıtmalıdır.
Derinden yaşamak geniş ve yüksek yaşamak,
herkesin göremediğini görmek, ruhlarımıza algı tohumu serpmek… Budur işte
hayat. Bir ırmak ne kadar büyük olursa olsun, ne kadar uzun olursa olsun
denize karıştığı anda kendi boyutunda bir şey ifade eder. Toplum ve toplum
içindeki bireyler de böyledir. Ancak topluma karıştığında özellik kazanır.
Öyleyse bakılmalıdır; merkez ise sosyalleşmektir. Çok kıymetli yükte taşıyan
gemiler ırmaklarda değil denizlerde yol alır; toplumu da böyle görmek lazım.
Onlar, çok değerli yükler taşır bireylere. Ama biz çoğu kez almasını bilmeyiz.
Örneğin sosyal aktiviteler içerisinde yer alan dayanışma grupları, kermesler,
ziyaretler sosyal varoluşumuzun en nadide, en güzide faaliyetleridir. İşte
hayat ancak bu yönüyle tatlıdır.
Unutulmuş geleneksel alışkanlıklarımıza
yeniden dönme vakti gelmedi mi? Eskiden çok iyi hatırlarım, komşu komşuya
periyodik aralıklarla bir iki tabak yemek götürürdü. Zil çalar, kapıyı açarım,
komşu kızı, “Annemin selamı var, yaptığı yemekten siz de tatmanızı istedi.”
Derdi. Gelen yemek ayrı bir tabağa boşaltılır, ama tabak geri verilmeyip, bir
gün sonra nefis yemekler yapılarak,
komşuya aynı tabakla ikram edilirdi. Neydi bizim yaptığmız? Bizim yapmaya
çalıştığımız ırmak olmaktan çıkıp denize dönüşmekti. Bu duyguyu bu tadı biz
ailece hala yaşamaya çalışıyoruz. Böyle kendimizi daha mutla hissediyoruz.
Aslında hayatın
tadı bakmasını bilen için yapılan karşılıksız iyiliklerdir. Güzel bakmanın
gereği yapılacak her iyilik, bize geri dönecek olan huzur dolu hazdır. Karşılığı
beklenilmeden yapılan her yardım, öldürülen bir bencillik duygusudur. Böyle
düşünen insan mutsuz olmaz. Kendi benliğinde hayata baktığı penceresini
genişletmiş olur.
Mevki ve makamlar istenmez. Huzur ve dirlik
arzu edilen makam ve şöhretlerde değildir, hayata güzel bakmaktadır. Hayata
güzel bakamayan nice şan ve şöhret sahibi insanlar intihar etmişlerdir. Hayatın
tadını şan, makam, şöhret ve mevkide gören bu insanlar, onu ele
geçirdiklerinde, huzur ve mutluluğun hiç de bu arzu ettikleri şeyde olmadığını
görmüşlerdir. İşte sizin arzuladığınız büyüklük bundan öte olsun. Çocuklarımızı
ve gençlerimizi de hayata kuşku ve rekabet dolu gözlerle bakar bir halde
yetiştirmeyelim.
Hz. Mevlana
Divan-ı Kebir’inde “Can Gibi Bir Toplum” başlığıyla şu coşkulu satırları kaleme
almıştır: Yürü, can gözünü aç da
aşıklara bir bak, bir seyret onları. Gönül gibi alt üst olmuş, can gibi ayaksız
başsız bir toplum.
Hepsi de
kazançsız çalışıp çabalamada. Hepsi de tencere gibi kaynayıp coşmada. Hepsi de
perdesiz örtüsüz. Hepsinin de gönlü, onun hükmüne karşı bir siper halinde, ne
gelirse kabullenmişler.
Gönülleri bahçeden de daha neşeli, gülden
de. Hatta serviden daha hür onlar; akıldan, fikirden daha üstün, abı hayattan
da arı duru.
Denizlerin dalgaları üstünden geçip
gitmişler de o köpürüp coşan kandan, kara lekeden eteklerine bir zerre bile
bulaşmamış. Tertemiz onlar.
Diken içindeler, fakat gül gibi. Hapisteler
fakat şarap gibi. Balçık içindeler, fakat gönül gibi. Gece içindeler, fakat
seher gibi
Zerreler gibi havadalar, güneş kaftan olmuş
onlara. Balçığa ayak basmışlar. Gönlün tam içinden baş göstermişler.
Sen de bir an olsun, onların canlarına hem
dem oldun, onların şarabını onların kadehinden içtin ya; hoşsun, sarhoşsun.
Yürü, yürü! Doktorlara, sizin orada işiniz
yok artık. Çünkü orada ne bir hastalık var, ne de kimse rahatsız olur.
Lilay Koradan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder